30 Temmuz 2011 Cumartesi

--------O Şimdi Asker 0-------

Her ne kadar her yazıyı bu blogta ben paylaşıyor olsam da ve sanki kendim bloğummuş gibi sahiplenmiş gibi görünsem de buranın bir "görünmez eli" var(dı).

Evet, o görünmezdi ve önümüzde bir 6 ay daha burada görünmeyecek. Bugün tüm arkadaşlarıyla beraber toplanıp asker öncesi ona (son bir kez) veda ettik. Asker sonrası da durum o ki çok fazla görüşemeyeceğiz.

It is over!I'm done.

Bugün bir şey daha anladım. Ayrılan yollar bir daha zor keşişiyor. Birileriyle zaman geçirirken o anın tadını çıkarman gerekiyor, daha sonradan dönüp pişman olmamak ve "Keşke" dememek için.

Sana hayırlı tezkerler "Invisible Man"

Sen benim hayatımda hep bir görünmezi oynamıştın aslında. Şmdi hakikaten yavaş yavaş hayatımdan çıkarken sana "Yolun açık olsun." demekten başka bir şey gelmiyor içimden. Zaten yanımdayken zar zor yakalayabildiğim ve görebildiğim kişiyle bundan sonra sadece şartlar elverirse, yol düşerse, binbir ihtimal biraraya geldiğinde karşılaşabilirim.

Arkadaşlıklar için söylenen ne kadar iyi söz varsa hepsi birer palavra aslında. İkimiz de aynı kavşağı kullanan sürücülerdik. Aynı zamanda, aynı kavşakta bulunmamız nedeniyle belli bir temasımız olmuş olsa da trafik ışığı yeşile yandı mı başka kavşaklara, beşka dönüm noktalarına ilerlememiz gerekiyor. İlerlemeliyiz; çünkü arka arabaların sürücüleri o iğrenç sesli kornalarını çalmamalılar. İlerlemeliyiz; çünkü az ötede bizi bekleyen, belki de beklemekten yorulan bir başka sürücü var. Ve yine ilerlemeliyiz; çünkü daha önce de beklememizden ötürü kaçırdığımız, kırmızıya yakalandığımız anları bir daha yaşamamalıyız.

Şu an aklımdan Huzur Apartmanının 1. Katında ortak yaşadığımız evin kapısını kapatışım geliyor. Verilen onca söze rağmen üstte sayılan nedenlerden dolayı bir daha o kapının diğer tarafına adım atılamıyormuş.

Bugün bana sorduğun "Hiç eski (kız) arkadaşlarını hatırlamıyor musun?" sorusuna verdiğim olumsuz cevabın nedeni de bu aslında. Hayır, hatırlamamayı ve çoğu kez unutmayı yeğliyorum.Çünkü bir daha diğer tarafa çok zor geçiliyor ve hatta geçilmiyor. Bitti mi bitiyor. Bir başka deyişle, IT's over!I'm done! demek kalıyor sadece.

Hayat bir şekilde İstanbul'da devam ediyor, her ne koşulda olursa olsun. Yalnız veya bir başka kişiyle beraber. Zor veYA kolay.

Ve yine karar verme zamanı gelip de yaklaşıyor. Kısacası "Aynı ben! Fakat farklI kavşaklar!" Her sistemde olduğu gibi biz de kendi konumumuza, yerimize alışmalıyız artık. Ve doğanın kanunu gereği alışacağız!

HERŞEY İÇİN ÇOK SAĞOL!Hayırlı tezkereler!

lmc

5 Haziran 2011 Pazar

"SİVİL"leşme ÇABASI

Kısa dönem askerliğimin ardından yine devam ediyor hayat kaldığı noktadan.

Ediyor etmesine de insan yine de özlüyor şöyle eski günleri(yanlış anlaşılmasın askerlik değil özlediğim)

Bu şehir daha kalabalık ve daha çirkin geliyor gözüme.
Kendimi daha kasıntı, tutuk ve duygusuz hissediyorum.
Çevremin daha bencil olduğunu gözlüyorum.

Hedeflerim, hayallerim ve yapmak istediklerim bir kenarda öylece duruyor. Zihnimde anlayamadığım bir düğüm var, sürekli bu düğümü çözmeyle meşgul zihnim. Hiç uykum olmamasına rağmen öylece yatmak istiyorum yatakta.

Zihnimdeki sesleri biraz olsun bastırabilmek için aldığım ses sistemi hala salonun bir köşesinde açılmayı bekliyor. Bugün bir denemede bulunmama rağmen nedense ellerim ve ayaklarım yardım etmediler bana onu kurmaya.

Bazen hiçbir işi yapmak istemeyişimdeki ya da şöyle saatlerce bir yerde oturup kalma isteyişimin nedeni ne olabilir? Bir kişinin kendi yakınının gözleri önünde ölümünü izleyişinden sonra olduğu yerde dakikalarca hareketsiz kalmasının altında yatan nedenle aynı mıdır acep?

Evet, hatırlıyor gibiyim. Gözlerimin önünde yapılan haksızlıkları, manevi baskıları ve insanların kafalarında kurduğu plan ve taktiklerle diğer insanlar üzerinden geçinme çabalarını...6 ayın bir özeti bu söylenen. Ve yine yukarıdaki örnekte olduğu gibi bütün bunlar olurken öylece izleyişim oturduğum yerden hiç ses çıkarmadan ve haykıramamak "Burada ne oluyor? Siz ne yapıyorsunuz?" diyemeden.

Hepsi gerçekti. "Kutsal bir yapı"(!)nın çatısı altında yaşanan ve girmeden önce hayattan daha zalim olmadığına inandığım, sözlü şiddetin bu denli fazla olabileceğine ihtimal vermediğim bir yerde gerçekleşen olayların hepsi gerçekti.

Şimdi oturduğum yerden ne kadar haykırmak istesem de boşa bir çaba.

Hani insanları olgunlaştırdığı söylenir ya bu vatan borcunun, aksine insanları odunlaştırıyor. Gözlerinizin önünde ceryan eden nahoş olaylara emir-komuta altında tepki verememek insanın kendine olan saygısını azaltıyor, herhangi bir nesneden farklı olmadığını düşündürtüyor.

Hayat ne kadar devam etse de bu sebeple insanın sivile dönmesi biraz gecikiyor, herhalde bu nedenle de bu kadar sancılı oluyor. Fiziksel olarak sivilde olsam da akıl ve duyguların koşullanmış olması nedeniyle hala SİVİLleşme çabasında oluyor insan.

%100 sivile dönebilmek, nefes aldığımı hissedebilmek ve eksik olanın tamamlanması dileğiyle...

20 Eylül 2010 Pazartesi

Show Must Go On....

Hey gidi günler nasıl da geçtin, nasıl da getirdin bizi şimdi buralara. İki ay sonra evden çıkacağıma hala inanamıyorum.

Zaten kendisi uzak olan bir otel odasında(!) pencerenin manzarasında kalan uzaktaki sarı zaman zaman maviye yaklaşan ışık hüzmelerine ara ara dalarak eski günler geliyor aklıma.

Askere gideceğim gün de böyle olacak gibi. Aklımın köşesindeki anılar odamı cılız da olsa aydınlatan hüzmeler gibi bir bir olsun eskiyecek, yaşanmışlık olarak beynin kendine has dehlizlerinde çıkarılmayı günü bekleyecek.

Eve her vardığımda artık bana ait bir yer değilmiş hissi geliyor ya galiba o da koyuyor insana. Hani derler ya şu duvarların dili olsaydı size neler anlatırdı diye. Boş bir laf olduğunu anlıyor insan fıstık yeşili duvar boyasının karşısında durduğunda.

Gelecek endişesi de kaplıyor içimi ara ara. Nasıl bir hayat durağıdır bu askerlik Allah aşkına. Bir düzen tekrar bozuluyor tekrar yapılıyor gibi. Bir otobüsten inip diğerine aktarma yapmak gibi benim için. Şoförleri aynı olmayan iki vasıta sonucunda yine aynı noktaya varabilmek...

Evdeki eşyaları düşünüyorum sonra. İlk günkü heyecanım geliyor önüme, nasıl da sevinmiştim oysa kullanmaya başlarken. Aynı yerde duracaklarına inandırmıştım kendimi. Ne de güzel kandırmışım kendimi hayatın durmadığı bir dünyada her şeyin değişebileceği gerçeğini göz ardı ederek.

Sonra arkadaşlarım geliyor önüme. Hey gidi koca şehir, senden daha çok onları özleyeceğim galiba.

İtiraf etmeliyim ki hayatımın her döneminde olduğu gibi bu değişimden de çok korkuyorum.

11 Haziran 2010 Cuma

Serbest_Piyasa_Adil_Mi? Olabilir!

Adil değilsin hayat, adil değil.
Uğraştığım şeylere birilerinin kolaylıkla elde ediyor olması
Mahvediyor beni.
Bu blog bunun örnekleriyle dolu.
Başka ne söyleyim.

******** :(
Lafım çok kısa,
Gelmiyor içimden bir şey yapmak ve etmek
Sen eşit olana kadar
Aynı yazı ve turası eşit olasıklı gelen bir zar gibi
Başka kişilere başka davranmayana kadar
Anla artık
Geçmişi unutmak çok zor
Kapkara ise üstelik
Oyynanan bu oyun son bulmalı artık
Maskeler düşene kadar da
Bu oyun hiç oynanmamalı
***********

23 Nisan 2010 Cuma

İyiler hep yalnız mıdır?

İyiler hep yalnız mıdır?
***
Arkadaşca söylenmiş bir sözün, sorulmuş bir sorunun arkasındaydı büsbütün yaşanmışlıklar. ( Gerçekten sadece iki yıl mıydı yedi saate sığdırılan, hatta sığdırılamayan anılar)

Sohbet etmek isteyen iki arkadaşın birbirlerinin gözlerinden çıkardıkları, kendi İstanbul denemelerini ve deneyimlerini anlatıp en sonunda dudaklardan dökülen zihinleri karıştıran ve kalbe saplanan bir tümceydi belli ki.

Ne güzel başlamıştı her şey oysa. İstiklal Caddesinin kalabılığında insanların omuzlarına çarpa çarpa yürünmüş, usulca Galata Kulesine sapılmış, daha sonra Galata Kulesinin tarihi binalar dolu arka sokaklarında bir pastanenin terasına çıkılmıştı. Terastan bir göz gizlice yedi tepeli kadının tümseklerinde gezinirken diğeri de ışıltılı mavilerde boğulup gitmişti. Güzelce dolu dolu manzaranın karşısında koyu bir sohbet başlamış, tatlılar yenilmiş, limonatalar içilmişti tam tepedeyken güneş.

Pastaneden kalkılıp Eminönüne doğru yürünmüş,köprüde balık tutan vatandaşlar izlenmiş, onlar üçer dörder balık çekerken bir gün de balık tutmaya köprüye gelmek gerektiğine karar verilmişti. (Genç Turkcellinin yapacağı 99 şeyden birisi :9)

Tünelden yukarıya çıkan iki vücut Taksimin arka sokaklarına kendilerini atmış, Küçük Beyoğlunda bulunan bir barın terasında biralar sıcak bir günün akşamında ikişer, üçer götürülmüştü. Kafalar güzelken zihinlerin gizli köşelerinde bulunana anılar bir bir canlanıp ete kemiğe bürünmüşcesine çıkmıştı ağızlardan.

İkisi de iyilerdi. Ah bu şehir yok muydu? Ne hallere sokmuştu zavallıcıkları. Önlerine ne yanlışlar(!) sunmuştu daha ilk dakikalardan. Biri kabuğuna çekilip kalmıştı, beklerken kendi halinde yanlış ve kötülüğün hiç bir zaman sirayet etmeyeceğini sanıyordu. Diğeri yaşanarak öğrenmek gerektiğine inanıyordu. Yaşayabilirdi ama aklı başında bulaşmazdı illetlere.

Dönüp baktıklarında ikisi de yalnızdı oysa. Birisi kendini zorla yalnızlığa hükmetmişti, birisi de kalabalıklarda yalnız kalmaya mahkum olmuştu bu şehirde.

Koskoca bir kalabalığın içinde iki yalnız...

Bir ara yalnızlar birleşmeli, birbirlerini bulmalı demeye yeltendi karşısı.

Günah ve yanlışlar her zaman daha çekiciydi be dostum iyilikten. Kalp ve akıl bir köşede bırakmazdı onları.

Steril yaşam böyle iyiydi, Ankara değildi be burası. Ne yapacaksın be dostum? Olmazdı işte.

Akıllarda kalan başlıktaki soru oldu neticede. İkisi de kalabalığın içinde yalnızca gittiler evlerine. İyiler mi kötüler mi tartışılır. Yine de kendilerini hala iyi olduğunu düşünmek istiyorlardı.

THE END

şebnem ferah-masum degiliz | izlesene.com

16 Nisan 2010 Cuma

Hayattan İstifa

***
Üzgünüm. Yaşanan her şey için, atılan veya atılmayan her adım için, açılmaya korkulmuş her kapı için...
***

Sadece buydu söyleyebildiğim, kendime itiraf edebildiğim.
Tek bir kelime: "Üzgünüm"
Bugün vardı, yarın yoktu işte
Hiç ummadığım bir anda bir mesaj: "İki hafta sonra gidiyorum"
Her gün konuştuğum, telefonu kapatmamak için türlü bahaneler uydurduğum insan
Zaman zaman inatlaştığım
Sesini duymayınca özlediğim
Kaybedince anladım değerini
Ya da bir alışkanlık oldu benimki
Ne olursa olsun
Parçalandı bu yürek yine sessizce,
Paylaşılmak üzere saklanan anılar usulca gitti bilinçaltına
Yine oldukları yerlere
Sessiz bir ağıttı benimki
Hiç kimse duymadı, görmedi ve bilmedi
Bilmedi gözyaşlarımı
***

İki devdik beraberken
Bir dev gitti, yavaşça çıkmak üzere hayatımdan
Cüce gibi kaldım
Koskoca arazide tek başına kalmış bir ağacım işte
Ne kadar büyüsem de nafile işte
Yine tek başına kendi kocaman dünyasında

***

Başarılar hayatında,
Yeniden karşılaşmak,
Kendimizden de büyük işler
Bir kez daha yapmak dileğiyle

21 Mart 2010 Pazar

AŞK YENİDEN

Yeniden, yeniden...

Çok mutluyum. (Aman nazar değmesin.)

Kim derdi ki bir telefon gelecek ve hayatım bu kadar değişecek deseler inanamazdım.

Oldu :) oldu.

Karşılıklı özür faslı tamamlandıktan sonra...

Her şey kaldığı yerden devam mı..

Cevabı bu hafta içinde.

Seni seviyorum hayat.

Kapıları kapatmadığın için, varlığımın bir anlamı olduğunu hissettirdiğin için

Aşk yeniden,



Yeni Türkü - AÅ�k Yeniden
Yükleyen barrlass. - DiÄ�er müzik videolarına göz atın.

19 Mart 2010 Cuma

Mola

Bugün mola verdim kendime, her şeye.

Herşey dört bir yanda, dört bir alemde şu an.

Kendi kendime yol alıyorum ufaktan,almaya çabalıyorum.

İçimde ufak bir sızı var sadece, kafam yorgun

Hayatım paramparça zaten.

Geldim geleli hiç bu kadar özlememiştim annemi.

Sarılmak geliyor içimden.

Anne diye haykırmak

Bırakmamak saatlerce

Konuşmuyorum uzunca telefonlarda onunla

Biliyorum sesimin titreyeceğini konuştukça



Bugün fark ettim de

Yarışan arabalar gibiyiz-metroda bile.

Zor şehir, zor insanlar

İçiçe geçmiş, karmakarışık bir ağ

Her yol farklı yerler gibi gözükse de aynı yere çıkıyor


Ne var burada sanki,

Uğraştın beyhude belki

Dön köyüne diyor iç ses

Terk-i diyar eyle


Kolay değil misin halbuki

Bir o kadar geçirgen

Nasıl sirayet etmedi

Nasıl iliklerinde hissetmedin

Aynı battaniye değil mi örttüğünüz

Nasıl aynı ısıyı yakalayamadın


Olmadı be dostum

Olmadı

Bir örnek hayatlardan farklıydı

Benim yaşam

Değerler anlayışlar farklıydı

İç ısı yeterdi

Battaniye falan anlamadı bu yürek

Attı üstünde usulca

Olmadı işte

4 Şubat 2010 Perşembe

İletişimsizlik

Ne yalan söyleyeyim. Ne kadar üzülmedim desem de üzüldüm.

Esasında bu konuyu konuşmak istemiştim sabahın köründe mail atarak.

Hani şöyle şöyle gitmeyecek miydik, karar vermiştik ya diye hatırlatacaktım.

Neyse ki acı(!) gerçeği iş yerinde öğrenmedim de günüm kötü geçmedi. Tek tesellim o.

Ah! Ah! Ah!

Esasında bu olayla iletişimimizin ne kadar kopuk olduğunu da anlamış oldum.

Bu böyle gider mi bunu da zaman gösterecek.

Üzgünüm daha fazla kelime sarf etmesem iyi olacak.

Artık diğer sözlere bakıyorum. Onları da burada sıralayım
1)Taksim-gece
2)Grouping activity
3)Berber

İnşallah bunlar olur.

Gerçi yazdıktan sonra....

30 Ocak 2010 Cumartesi

Delilik



Asla inanmamalı ben hep varım diyene. Asla....

16 Ocak 2010 Cumartesi

Karanlık bir günün akşamında içine kadar işliyen soğuğa, karanlığın gölgesinde kalan yüreğine ve aklına inat oturdu yine bilgisayarın başına.

“Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak!”

Kendi kendine söylenirken iki gündür tutulmuş olan bedeni tepkisiz halde kalakalmıştı. Geçmişin yanlışlarını, hatalarını taşımadan ilerlemek istiyordu bu hayatta. Biliyordu kendisini. Nice zaman bu raddeye kadar gelmiş cesaret edememişti işte. Şimdi yine sessizce o zamanlardan birini yaşıyordu.

Tek suçu belki insanlara inanması, sonuna kadar güvenmesiydi. Hele karşısında sevdiği birisi oldu mu ne çabuk üstünü örtüyordu yaşanılan acı olayları. Sevmezdi insanlara kırgın olmayı, dayanamazdı insanları üzmeyi. Kendi üzülür yine de hüzünlere boğmazdı çevresindekileri.

Yarası daha derinleşip kan ılık ılık akmaya başladığında, göz pınarlarının çeşmesi açıldığında ve gönül yorgun olduğunda söylenirdi işte kendi kendine. Tanrıya bir duaydı bu belki de. Yapamadığı şeyleri havale edeceği, olmazı olur kılacak bir varlık olmalıydı bu hayatta. O varlık korurdu onu kötülükten, atmazdı ruhunu çamurlu sulara, karanlıkta bırak(a)mazdı hiçbir zaman onu. Çocukluğundan beri hep buna inanmıştı oysa. Görünmez bir el zaman gelir onu pohpohlar, yeri gelir onu kaldırır, an gelir onu çıkartırdı düştüğü kör kuyulardan.

31 Aralık 2009 Perşembe

YENİ YIL İSTEKLERİ

Yeni yıla girmeye az bir süre kalırken dört bir âleme duyurmak istedim isteklerimi, dileklerimi

Geçenlerde bir internet sitesinde kendi burç yorumumu okurken 2010da en zor anlaşacağım kişilerin Yay burcu olacağı şeklinde bir yorum vardı.  Hey Yay Burcu arkadaş(lar)ım bu yorumu doğru çıkartmazsın(ız) inşallah. Bazı kötü yanlarınızı görsem dahi sizleri her zaman çok iyi anımsıyorum. Kardeşim seni buna dâhil etmiyorum bile.

İkincisi isteğimi Sertab Erener’in ağzından, sesinden duymanızı çok istiyorum. Buraya sadece şarkısının sözlerini yazıcam. Dileyen bulacaktır o güzel şarkısını.

“Aşk beni bulabilir de, uzakta olabilirdi de,
Samimi oluyor derken tuzaklar kurabilir de”

Kim bilir bulur belki ne dersiniz? 2010da yavaş, emin, kararlı, doludizgin bir beraberliğe adım atmak dileğiyle.

Üçüncüsü bir arkadaşımın uzun bir süre önce söz verdiği; ama hala yapmadığı bir dilek(artık temenni oldu). Kendisi benim yüzümden olmadığını iddia etse de benim ondan daha fazla bu konuda cesaretim olduğundan haberdar değil. Tecrübem de yok değil hani. Bu sana geliyor olm. Hayatım(ız)a biraz renk katmak 2010da bu kadar da zor olmasın. İkimizin de eğleneceği, zevk alacağı ne varsa onlar yaşansın. Sadece ****** ve ******** ihtiyacımız var. Sen anladın onu. Kafaları daha fazla kırma dileğiyle.

Dördüncüsü emeğimin boşa çıkmadığı, başarı dolu bir kariyer hayatı. Bakalım göricez. Performans değerlendirmeleri de buna dâhil kabul ediyorum. Tamam, arkadaşım senin de performans değerlendirmen buna dâhil.

Beşincisini Müslüm Gürses hatırlattı. “Bugün benim doğumgünüm” Doğum günümü untumayan arkadaşlar dileğiyle.

Esasında bu kadar değil, aklıma gelirse yazarım. Bunu okuyan sen senin de aynı isteklerinin olduğunu biliyorum. Hepimizin istekleri olur inşallah; bu yazıya yorum yapılır herhalde. Yorum yap.

Yorum yapmazsan

Bunu yazan tosun, .... :)

21 Aralık 2009 Pazartesi

Değişmez...Değişilmez...

Nereden başlamalı, nerede bitirmeli. Belki nokta bile koymamalı cümlelerin sonuna, durmalı bir yerde, parantez açmalı bir daha hiç kapanmamak kaydı ile ya da biraz soluk almalı virgül konularak istendiği zaman.

Sokak ortasından geçen Bozacının gür sesiyle duraklanmalı, bozacıya bir göz atıp geri dönülmeli yine başına oturmalı yazının. Televizyonda bir müzik kanalı açılmalı, kendi duygularına ortak olan hüzünlü kelimelerin gölgesinde buğulanan gözlere inat devam edilmeli.

Zaman sınırına aldırmadan, ilerisini berisini düşünmeden kaleme alınmalı söz konusu yazı. Boşvermişliğin verdiği rahatlık hissedilmeli sözcüklerde. Biraz da ümitsizlik olmalı yazının orta yerinde. Yön verememenin, şekillendirememenin, değiştirememenin ve değişememenin verdiği ümitsizlik.


-----------o-----------------o----------------------------
Tren geldiğinde baş vagona doğru hala yürüyordu. Üzerinde bir yorgunluk, içinde bir can sıkıntısı. Açılan ilk vagon kapısından atıverdi içeri kendini. Gözünü ilk çarpan boşluğa iliştirdi sıska bedenini. Derin bir soluk aldı önce. Yoğun geçen günün son sıkıntılarını da attı o solukla kendi içinden. Metroya her binişte aklına gelen düşünce çakıverdi o anda. Metro vagonunda yaşayabilirdi her daim eğer istediği istasyonda inme şansı tanınırsa kendisine. Ne hareketli bir hayatı olacağını tahayyül etti bir anda. İnenler, binenler, tam binecekken yüzüne kapı kapananlar, kapıda sıkışanlar, anonslar, ara bağlantı tünellerinin ışıkları, kişiler, kişiler,kişiler, kısacası cümbüş içinde bir hayat. Hızlı bir hayatı olmasını dilerdi hep, dört nala bir yaşam yaşamak isterdi de nedense hep yavaş gelirdi ona bu dünya. Kim bilir belki trenin hızı etkisini gösterir dünyası daha hızlı dönerdi gencin.

Tam bunları düşünüyordu ki omzunda bir el hissediverdi genç adam. Tesadüf buydu ya işte. Uzun zamandır görmediği çift bir gözün hapsi altındaydı şimdi. (Keşke her hapis böyle olsaydı ya) Sanki her gün aynı saat aynı dakikada metroda buluşuyormuş gibi şaşırmadan gülümsedi arkadaşına. Koyu bir sohbet başladı kendi aralarında.

SOLUK ARASI

10 Kasım 2009 Salı

BİR YAZ RÜYASI & BİR KIŞ MASALI...

Gözlerle anlaşır insanoğlu, gözlerinin içiyle güler. Oradan dökülen yaşlarıdır acısının ifadesi. Bir hayatın tanığı bu gözler her sabah başka bir tanıklığa uyanır. Kulağın işitemediği, burnun koklayamadığı, dilin tatamadığı günahlara şahitlik eder kimi zaman. Sözsüz cümlelerin, sessiz tümcelerin kaynağıdır. Sessiz ama manalı cümlelerin...

Daha geçen seneydi. İlk defa bu hayatta öğrendiğim bir şeyle tanıştırdı beni kendi gözlerim. “Göz Yanılması”. Tabii ya, nasıl gelmezdi insanın aklına! Bu gözler sadece görürdü, bakmazdı derinden. Anlayamazdı üstü iyice kapatılmış yalanları. Hele bir de sevgi dolu bir kalbi olursa insanın. İşte bu gözler kalbe yataklık ederdi, incelemeden sadece görme eylemini yerine getirirdi. Taa kendileri buğulana kadar bu hikaye böyle devam ederdi.

Temmuz sıcağında güneşin yaktığı bedenimi soğutan göz pınarlarımdan akıp giden su damlalarıydı. Bir rüyanın kabusa dönüşmesiydi yaşanan. Hem de ne kabus. Soluk soluğa kalmış, bir bardak suya hasret kalmış vücudun bir yaz rüyasından uyanmasıydı.

Yıkılmıştı tüm duvarlar, tüm çıplaklığı ile serili manzaradan daha kolay seçti bu gözler. Aldanılmışlık vardı ya ortada, işte o an kalp sönüvermişti üstüne su dökülen bir ateş gibi. Bir sessizlik çökmüştü üstüne. Pır pır atan bir yürekti oysa birkaç dakika önce, şimdi ise durma noktasında bir çizgi...

Hayat durmuştu o an, herşey renksizdi en siyah beyazından. Gözler görmüyordu artık eskisi gibi. Feri sönmüştü bir kere. Öyle bir hataya düşmüştü ki artık konuşacak hali yoktu. Bir kenarda suç işleyen çocuğun verilecek cezayı beklemesi gibi bekliyordu kendi halinde işte. Kim cezalandıracaktı onu? Kim kilit vuracaktı? Kalp vuramazdı haliyle, günah ortağıydı sonuçta, o da suçluydu ya! Akıl girdi devreye, büyük bir cesaretle atladı ortaya.

Tartmak gerekirdi. Ölçüp biçebilmek... Filtreleme yeteneğini kazandırabilirdi işte. Bir daha aldanılmamak üzere söz vermişti herkese. Kendisi her duyuya, her organa bir şey ekleyebilse bir daha düşülmezdi bu duruma.
Karar verildi o an. “Hey zor zamanların hızırı akıl, bari sen çıkar bizi bu tutulmadan.” Bu ses yankılandı bütün damarlarda, dalga dalga yayıldı bütün hücrelere. Daha farklı bir enerji yayıldı önce. Enerjinin bir kısmı felç etti tüm vücudu, hissizleştirdi. O an için doğruydu belki bu karar. Duyguların karışmasıydı belki aklı engelleyen. “Ah! O duygular yok muydu?” Nasıl da yönlendirirdi insana bir batağa(!). Sezmişti akıl, duygularını saklayanlar içindi bu dünya. Sadece saklamak da değildi hissedilmeyecekti her şey. Akıl zaten biliyordu hepsini, kendisi hallederdi neyin ne zaman hissedileceğini.

Yaklaşık bir buçuk, iki ay sonraydı.

Akıl komutanlığındaki vücut için her şey daha iyiye gidiyordu. Yapılamaz, olmaz denen hedefler bir bir aşılıyor, hiç kapanmaz denen yaralar giderek kabuk bağlıyordu. Herşey o kadar hızla değişiyordu ki..Eskilerinin yerini büyük bir hızla yeniler alıyor, her gün bir önceki güne göre daha iyi oluyordu. Göz sürekli inceliyordu artık. Eskisi kadar çakmak çakmak bakmıyor, akla danışıyor, aklın filtresinden geçebildikten sonra ancak görüyordu birşeyleri.

Yeni bir masal başlamıştı anlaşılan. Masal dediğime bakmayın aslında. O gün her şey herkes masal değilmişcesine yaşanıyordu, yaşatılıyordu. Hızlı akan hayatı tüketen bizler sanki hiç bitmeyecek sanıverirdik ya her şeyi. Kulağımıza fısıldanmıştı çünkü çocukluğumuzda “Her şey bizim içindi.” Günler kısalırken hava soğurken şen kahkalar vardı akılda, kalpte artan sıcak bir samimiyet. Akıl izin vermişti göze. Bazı şeyleri artık kendi başına görebilirdi. Yorulmuştu ne de olsa o da, artan sorumlulukların bir kısmını devretme zamanıydı.

Bir kış masalı...

DEVAMI GELECEK

5 Kasım 2009 Perşembe

FIKRA:)

Bir gün Ali, öğretmeni Ayşe Hanıma giderek dersten sonra kendisiyle görüşmek istediğini söyledi. Öğretmen kabul etti ve sordu:

- Sorun nedir Ali?
- Ben bu sınıfın düzeyine göre fazla zekiyim. Bir üst sınıfa geçmek istiyorum.

İstek konusunda bilgi verilen Müdür Ali'ye bunun için bir testten geçmeyi isteyip istemediğini sordu. Ali tereddütsüz kabul etti ve test başladı.

- Söyle bakalım Ali: 3X4
- Oniki

- Peki 6X6
- Otuzaltı Müdür Bey

- Japonya'nın başkenti
- Tokyo

Ve test bir saat sürdü, Ali hiç hata yapmadı. Test sonunda Ali'nin öğretmeni de soru sormak istedi. Ali ve Müdür bu isteği kabul ettiler.

Öğretmen sorulara başladı:

- İneklerde dört tane, ben de iki tane olan nedir?
- Bacaklar öğretmenim!

- Doğru! Peki; senin pantolonunun içinde olup, benim pantolonumun içinde olmayan nedir?
Müdür bu soruya çok şaşırır.
- Cepler öğretmenim.

- Kadınların tüylerinin en kıvırcık olduğu yer neresidir. Velet tereddütsüz yanıt verdi:
- Afrika'dır öğretmenim.

Yumuşak olup, kadınların ellerinde sertleşen nedir?
Müdür gözleri fal taşı gibi açılmış tam konuşacakken Ali yanıtladı:
- Tırnak cilası.

- Peki. Bekâr bir kadına göre evli kadında daha geniş olan nedir?
Müdür kulaklarına inanamıyordu.
- Yatak öğretmenim.

- Kadın vücudunda en nemli organ hangisidir?
- Dil öğretmenim.

Nefes nefese kalan Müdür test'i bitirmeye karar verdi ve:
- Değil bir üst sınıfa, ben bunu doğrudan Üniversiteye göndereceğim.

Çünkü ben bütün sorulara yanlış cevap verdim!

3 Kasım 2009 Salı



BİR YORUM...



Uzun ince bir yoldayım
Gidiyorum gündüz gece
Bilmiyorum ne haldayım
Gidiyorum gündüz gece
Dünyaya geldiğim anda
Yürüdüm aynı zamanda
İki kapılı bir handa
Gidiyorum gündüz gece
“ (Aşık Veysel)





Hayat...



Aşık Veysel'in tarif ettiği gibi ne kadar da basit bir şey oysa. Düşünün, sadece iki kapılı bir han. Zaten bir kapısından içeri girmişiz, diğer kapıya ise her soluk alışımızda daha çok yaklaşıyoruz.
Ne yazık ki hanın yıkık dökük olması da tuğlalarının altından yapılmış olması da anlatılanları değiştirmiyor.


Salt bize elimizdeki olanaklarla hana birşeyler katabilme, onu daha yaşanabilir kılabilme kalıyor.
Benim için ise yukarıdaki cümleye ek olarak bir şey daha var.

Handa bulunan yoldaşların da aynı ölçüde hanı sevebilmeleri...


Başka bir ifade ile “Mızrak Sapla(n)ması”.

“Mızrak”. Profil adımın ta kendisi. Tesadüfen seçtiğim bir kelime. İlk başlarda beğenmediğim, ilginç bir ad bulana kadar kalsın dediğim, çok sonları ise anlamlandırdığım ve içini doldurabildiğim bir sözcük.


“Mızrak Sapla(n)ması” ise ender insanda bulunan bir kabiliyet, yetenek benim gördüğüm.


Mızrak... İnsanoğlunun tarihindeki en ilkel av ve savaş aracı. Tahminim odur ki ilk insanın gözlemleye gözlemleye, deneye yanıla basit bir tahtanın ucunu sivriltmek suretiyle yaptığı bir nesne. Bir anlamda daha en başında, sivri olan bir maddenin insan bedeninde ne büyük yaralar açabildiğinin, ne kadar pasifize edebildiğinin ve tahayyül edilemeyecek kadar güçsüz düşürebildiğinin keşfinin bir resmi. Doğa ile insanoğlu arasındaki etkileşimin apaçık bir portresi.

Söz konusu sivriliğin dilimize olan yansımaları ise o kadar geniş ki: sivri akıllı, sivri biber, sivri dil vs..Her biri acı duyulan, aşırı bir olayın tasvirleri niteliğinde.



Sözün kısası mızrak gibi çok basit bir aletin insan bedenine ve ruhuna kendinden beklenemeyecek ölçüde yaptığı darbeler anlatmak istediğim.



DEVAMI YARIN

28 Ekim 2009 Çarşamba

Mızrak Saplanması

Bu böyle bir adam işte.. Bir ilk yazısına bak bir de son yazısına.. Dengesiz herif. Yok yok.. İlla çok bilmişlik yapacak =D

Şu hemen aşağıdaki kodlu modlu yazılara kodum gitti, yazacağım şey bunlarla alâkalı değil.

Birgün hazırlanıp evden çıkçam. Abidik gubidik, ne olduğu belli olmayan kolyemi arıyorum. Her deliğe baktım, yok.. Buna mesaj attım (işyerinde telefonla ulaşamıyoruz, çok önemli bir adamdır bu abboo hiç sormayın..), "Ulen" dedim "Kolyem sende mi?". Bu da "Evet, bende." dedi. "Lan dakkalardır arıyorum insan aldığını söylemez mi höyt möyt" diye söylenirken bir mesaj daha attı "Uğurlu kolyen değil, boncuklu olan bende.". Haydaaa.. Ben uğura muğura inanmam ki a.k. Bunun uğurlu kolye dediği de geçen yazın başından beri boynumdan hiç çıkarmadığım bir kolye var, o. Beynimde şimşekler çaktı (çocukken çizgi filmlerde buna çok özenirdim, oldu); ulen son 1buçuk seneki sıkıntılarımdan kurtulurken boynumda bu kolye vardı, iyi geçen iş görüşmelerimde, başarılı geçen sınavlarımda, görüşmeye çağrıldığım iş başvurularını yaparken, annemler için ettiğim ve olan dualarımı ederken falan filan hep bu kolye vardı boynumda. "Galiba haklı be." dedim kendi kendime.. Ve mızrak bir kere daha doğru yere saplanıyordu.. =)

İşin güzel yanı; inanmanın verdiği rahatlık harika birşey. Hatta bazen uğura bile..

24 Ekim 2009 Cumartesi

İnsan Anatomisi

"Eğer yeterince başarılı olmazsak, görevlerimizi yerine getirmez, yeterince çalışmazsak, sevilmeyeceğimiz, yalnız kalacağımız korkusunu içimizin çekirdeğine yerleştiren o hangi ansa çocukluğumuzdaki, o anı tedavi edebilmek mümkün olsaydı, belki de şimdi böyle olmazdık. Seçip seçmediğimizden emin olamadığımız bir hayatı "becermek" için deliler gibi koşturup çabalamasaydık, bu kadar tahammül edip beynimizdeki tahammül kimyasını bu kadar hor kullanmasaydık, o Allah'ın belası yaramız bizimle birlikte büyüyüp şimdi organlarımızdan ayırt edilemez hale gelmezdi.Hiç de mutlu olmamamıza rağmen mutlu olmamız gerektiğini kendimize bu kadar çok söyleyip durmasaydık, duracağımız zamanlarda devam etmeseydik belki içimiz bu kadar yorulmazdı. " (Ece Temelkuran, 18/01/2006)
Kimim ben? Ne yapmak istiyorum? Hakikaten yaptığım bu şeyler benim seçimim mi?
Herkeste bir koşuşturmaca hali... Bir işin bitiminde başlayan başka bir işi bitirme telaşı... Kurulmuş kuklaların oluşturduğu bir güruh... Robotik yaşamlar...
Aynı söylemler... Aynı ses... Aynı gülüş...Aynı tepkiler...
Durmadan başarmak için kendimize söylediğimiz beyaz yalanlar...
Yorulduğunu bile kendini ifade edemeyecek bir ruh hali...
Omzuna binen yükten durmadan mutlu olan başarıya bağımlı yaşamlar...
Sevgi, mutluluk ve başarının anahtar-kilit uyumunu(!) bozmaya cesaret edemeyecek kadar başarısız bir kişilik...
Hipnotize edilmiş, uyuşturulmuş beyinlerinin aynı frekanstan çalan hikayeleri...
Kendi benliğini, insanlığını unutup bu kadar zamanı pervasızca kullanabilme, kendini kullandırabilme bilinçsizliği...
Aynı zaman noktasında hayatın farklı boyutlarını göremeyecek kadar kör, duyumayacak kadar hissiz, işitemeyecek kadar sağır olma hali...
Yalancı sevinçlerin ve mutlulukların müptelası olan bir yaşantı...
Kendi kısıtlarına hapsolmuş bir akıl ve bu aklın hizmetine sunulmuş bir kalpcik...
Uykusundan uyandırılmak için çalar saati bekleyen, saat çalınca ertelemeye basan ve aslında uykusunun ağırlığına esir olan bir varlık...
Öğretilen gibi yaşayan, kabullenen ve sorgusuz sualsiz durmadan soru işaretleri biriktiren bir koleksiyoner... Kendine göre değerli taşları olduğuna inanan bir kuyumcu belki de...
Kendini kandırmanın onlarca yolunu icat etmiş, kendini koşullandırmış bir siluet...
Aşağıdaki paragraf üstte bahsedilen insansıya geliyor:
"Bal gibi biliyorsun, bir gün karar vereceksin. Kimsenin seni beğenmemesini, tanıdığın herkesin "Hiç böyle değildi" demesini göze alıp bir karar vereceksin. Bir gün oturup senin kendi hayatının nasıl bir şey olması gerektiğini düşünmeye mecbur olacaksın.İlaçların pelteleştirdiği ruhun bir gün muhakkak dirilmek isteyecek. Yaralarınla organlarını ayırmak, bu kez gerçekten istediğin gibi bir hayata başlamak zorunda kalacaksın. O zaman, kendi uzunluğunda olacak zaman. Et kendi ısısında. Sabah, sabah gibi olacak. Uyku, uykuya benzeyecek. Belki hiç ummadığın bir şeyi istediğin çıkacak ortaya, belki hiç ummadığın biri olacaksın sonunda. Ama o zaman içinde, şimdi içinde sıkışmış duran, çırpınan kuşlar uçacak. İyiyken iyi olacaksın, kötüyken kötü. Gülünce güleceksin net bir biçimde, ağlayınca... Bitecek, bileceksin." (Ece Temelkuran, 18/01/2006)
Sizce de karar zamanı değil mi artık?
mızrak
24.10.2009